Perşembe, Şubat 23, 2006

ISTANBUL

İstanbul size ne kadar uzak, ne kadar yakın?
Şimdi bir oyun oynayalım hayalimizden: Galata Kulesi’yle Beyazıt Kulesi’nin yerlerini değiştirelim. Galata Kulesi, tarihi yarımadanın içinden sırıtırken, Beyazıt Kulesi de Galata’nın dokusuyla ters düşer. Senekerim Balyan Usta’nın sırrı neydi öyleyse? Ne yaptı da mimar, sur içinin görünümüyle uyum içinde olan bir kuleyi istenilen yere kondurmayı başardı?

İstanbul’a eşsiz güzellikte eserler kazandıran balyan ailesinin bir ferdi olan mimar, aylarca düşündü; neredeyse kurdeşen döküyordu! Abarttım sanmayın, kolay mı öyle İstanbul’a kule yapmak? Gökdelen mi dikiyoruz ki, kentin görüntüsüne uygun olduğunu düşünmeden koyver gitsin!?.

Senekerim Balyan Usta sonunda buldu yapacağı kulenin neye benzeyeceğini! Dış hatlarında Osmanlı’nın çizgilerini taşıyan büyük bir savaş topu yaparak Beyazıt’a kule diye diklemesine!.. Evet, Beyazıt Kulesi’nin mimarisi, ağzı gökyüzüne gelecek şekilde oturtulmuş bir savaş topundan başka bir şey değildir!... Bir silahın bu şekilde duruşu Barış anlamına gelmektedir. Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; dünyanın en büyük anıtı İstanbul’dadır!

Beyazıt Kulesi’nin bu sırrını bilmiyorduysanız, İstanbul’a uzaktınız. Oysa şimdi biraz daha yakınlaştınız…. 1856 yılında bir gemi yanaşır Tophane kıyılarına. Haydi, oldu olacak gününü de yazalım: 12 Aralık!... Gemiden inen bir yolcu İstanbul’u gezerken, Rumelihisarı’na özellikle dikkat eder. O yolcu ki, kentle ilgili anılarında, nice antlaşma imzalayan kral gördüğünü, tuval imzalayan nice ressam tanıdığını ama, imzasını bir kente taşlardan atana da ilk kez rastladığı söyleyecektir. Gezginin bilip, bizim bilmediğimiz şudur: Rumelihisarı’nın şekli Fatih Sultan Mehmet’in imzasından başka bir şey değildir. Yapımında bizzat çalışan II. Mehmet, görünüşünü imzasına benzetmiştir: tabii ki topografyanın el verdiği ölçüde. Bu şu anlama da gelmektedir: Fatih, 1453’te İstanbul’u alamamış olsaydı bile kıyısına imzasını atıp gitmiş olacaktı! Rumelihisarı’na hiç bu gözle bakmadınız mı? Öyleyse İstanbul’a uzaksınız. O yolcu sizden daha yakındır bu kente. Kim midir o yolcu? Herman Melville!... Hani, şu beyaz balinanın (Moby Dick) öyküsünü yazan ünlü yazar! Ahmet Mithat Efendi, yaklaşık yüz yıl öncesinde yazdığı bir yazısında, Sarayburnu’ndaki surlara asılı büyük, çok büyük bir balina iskeletinin parçalarından söz eder. Avlanmak üzere Marmara’ya açılacak olan balıkçılar bu kemiklerin önünde dururlar, Rumlar istavroz çıkarır, Müslüman balıkçılar ise el açıp dua ederlermiş, avımız bereketli geçsin diye. Bizans’tan kalan bu inancın yüzyıllarca tanığı olan kemikler, bir dönem Marmara Denizi’nde yaşayan, sonradan nesli tükenen bir balina türüne aittir. Ahmet Mithat Efendi yazısında, kemikleri koruyacak bir doğa müzesi olmadığından dolayı dertlidir. Beklide son Marmara balinasına ait olan kemikler günümüzde kayıptır… Ve daha acısı, bizde hala gerçek anlamıyla bir doğa müzesi yoktur!... Herman Melville, İstanbul’a geldiğinde, Marmara balinasını Bizanslı tarihçilerden kadar bilgi sahibiydi. Marmara ve balina!... Yoksa siz ilk kez mi bu ikisini yan yana getiriyorsunuz hayatınızda?... Öyleyse biraz daha yakınlaştınız , kıta sahanlığı sorunu olmayan, tüm kıyıları bizim olan bu güzel denizimize!...

Yılda bir kez bir araya gelmelerine izin vardı. O gün dışında, böylesine kalabalık bir şekilde toplanmaları mümkün değildi. Sarayın izniyle hepsinin katıldığı bir tören, mayıs ayının son cuması yapılırdı. Günün her dakikasını doyasıya yaşamak için, güneş daha doğmadan toplanırlardı, bir tepenin eteklerinde. Patikalardan yukarıya doğru çıkarlarken, güneş de yükselirdi, onlarla birlikte. Hepsinin ortak özelliği kara tenli oluşlarıydı!...

Evet, onlar İstanbul’da yaşayan Afrikalı kölelerdi. Yılda bir kez toplanmalarına izin vardı. Yamacından yukarı yüzlerce çift kara ayağın büyük bir coşkuyla tırmandığı tepe de, Çamlıca Tepesi’ydi. Zirvede buluştuklarında hepsinin de mutluluktan yüzleri gülmekteydi. Mutluydular, çünkü o gün neşe içinde kendi dillerinde şarkılar söyleyecek hep beraber dans edeceklerdi. Ne dersiniz; siz bu yazıyı okurken Çamlıca Tepesi’nden bakanlar mı daha yakındırlar İstanbul’a yoksa siz mi?

18 Mart 1915’te işgal donanması Çanakkale’yi geçemez ama, Avustralyalı Henry Stocker kaptanlığındaki “AE 2” kodlu denizaltı Boğaz’ı aşarak Marmara’ya çıkmayı başarır. Onun açtığı yoldan 9 İngiliz ve 1 Fransız denizaltısı daha Çanakkale’yi geçerler. İngiliz denizaltıları gemilerimizi batırmakla kalmaz, bir tanesi İstanbul’a saldırarak Tophane’yi torpiller. Bu gelişme üzerine müttefiğimiz olan Almanlar “U 21” denizaltısını İstanbul’a gönderirler. Alman denizaltısının kaptanını ziyaret eden arkeolog E. Unger, bir kayığı olup olmadığını sorar vatandaşına. Kaptanın “Ne yapacaksın kayığı? Hem etraf kayık dolu!” demesi üzerine, Alman arkeolog, araştırma yapacağı yerin cinli olduğunu düşünen Türklerin kayıklarını vermeye yanaşmadığını anlatır. Bunun üzerine kaptan, kayığı olmadığını ama isterse denizaltıda bir şişme bot bulunduğunu söyler. Bu habere çok sevinen Unger, botu kaptığı gibi, çalışma yapacağı mekana doğru yola koyulur. İçi bir arkeologun nefesiyle dolu olan o bot sayesinde Yerebatan Sarnıcı’nın ilk planı çıkarılır!...

Tavandan Yerebatan Sarnıcı’ndaki o eski Bizans suyuna düşen damlacıklarının dalgaları yüreğinize şu an çok mu uzak? Ne kadar yakınınsınız İstanbul’a? Sahi, hiç konuşur, sohbet eder misiniz onunla? İstanbul’un arkadaşı olmayı bir kez olsun denemediniz mi? Hep uzağında mısınız dünyanın bu en güzel kentinin? Uzağında durmayın, yakınlaşın İstanbul’a. Konuşun onunla; eğer, gönlünüzde göğsüne saplanan beton hançerlerin öfkesini, derisini kanatan asfalt yolların acısını duyuyorsanız, o da konuşacaktır sizinle. Hele bir de, kollarıyla ayaklarını geren asma köprülere bir yenisinin eklenmesi için kararlı olduğunuzu anlarsa, sizin gerçek bir yurtsever, tarihine, kültürüne bağlı bir aydın olduğunuza kanaat getirecek ve bir dosta söylenecek sırlarını tek tek anlatacaktır. Siz de artık İstanbul’la yakınlaştınız demektir. O zaman da bana, “tüm bunları nasıl biliyorsun, neden İstanbul’un en ilginç, en güzel öykülerini senden duyuyoruz?” diye sormayacaksınız!
.
gezgin ve yazar gözüyle istanbul...
İstanbul dünyaya hükmedecek, dünyayı idare edecek bir yerde kurulmuştur. Bu şehri görenler O’nun dünyanın en güzel yeri olduğu fikrinde birleşirler. Jean de Thevenot

İstanbul’u Roma’ya, Paris’e Venedik’e Milano’ya, Napoli’yeveya Lyon’a benzetmek yanlış olur. Saydığım şehirleri de gördüğüm için diyebilirim ki hepsi bir araya gelirlerse; ehemmiyet, güzellik, ticaret bakımından İstanbul’a erişemezler”...

İstanbul güzeldir, fakat onun garabeti, güzelliğinden fazladır. İnsan bu şehirde ne yapacağını şaşırır, arzular birbiri üstüne yığılır ve zaman kaybolur gider. İnsan hem bütün ömrünü bu şehirde geçirmek ister, hem de çantalarını kaptığı gibi hemen ertesi gün O’ndan uzaklaşmak ister”. Edmondo de Amicis

Tabiat olarak, dünyada tek olan, jeolojik bir biçimlenme. Yaradılış burada iki kıt’ayı bir tabloyu ortadan yırtar gibi yavaşça ayırmış, kıyılara özel bir görünüm vermiş. Bir dil, karşısındaki bir koyu tamamlıyor. Otuz kilometre boyunca kıyılar ve tepeler, bir dantel kumaş gibi girintiler, çıkıntılar, tatlı yükseklikler halinde uzanıp gidiyor. Eski bir batılı gezginin deyimiyle, “İstanbul’un konumundaki bu lüks başka hiç bir yerde yoktur” Tabiatın iki ana varlığı deniz ve orman, bu âlemde birbiriyle buluşur, kavuşur, insanı hayrete düşüren, aklını şaşırtan resimler serer önünüze. Çelik Gülersoy

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home